1960'lı yıllar! Elazığ Akıl Hastanesi'nden personelin ihmali sonucu 423 deli kaçar, delilerin Elazığ'ın cadde ve sokaklarına dağılması üzerine, mülki makamlar panikler ve akıl hastanesinin Başhekimi Mutemet Bey'e koşup, 'Doktor Bey, deliler kaçtı ne yapalım?' diye sorarlar. Mutemet Bey, biraz düşünür ve 'Bana bir düdük verin ve arkama yapışarak gelin' der.

Doktor önde, birkaç personeli arkasında kara trencilik oynayarak bütün Elazığ'ı 'çuf çuf' nidalarıyla dolaşırlar. Başhekimin tahmini tutmuştur, bütün deliler başhekimin oluşturduğu bu kuyruğa girer ve vagon olurlar. Lokomotif yani Başhekim Mutemet Bey yönünü hastaneye çevirir, böylece kaçan tüm deliler hastaneye geri dönmüş olur. Sorun çözüldüğü için mülki makamlar ve doktorlar, trencilik oynayıp hastaneye döndükleri için de deliler hallerinden çok memnundur. Ancak esas sorun akşam yoklama yapıldığı zaman ortaya çıkar. Hastaneye trencilik oynayarak gelenlerin sayısı tam olarak 612 kişidir. Yani kaçan delilere sokaktan 189 deli daha eklenmiştir.

Bu olay gerçek mi fıkra mı tam olarak emin değilim ama nedense böyle saçma bir şey olmaz da diyemiyorum. Diyemiyorum çünkü bu ülkede buna benzer olaylar farklı şekillerde de olsa yaşanmaya devam ediyor. Hala başhekimin düdüğü birilerinin elinde ve ne zaman düdüğü dudağına götürüp çalsa, o düdüğün neden çalındığı düşünülmeden peşine takılıp gidiliyor.  Burada Karl Marx'ın, bu duruma uyan sözünü söylemeden edemeyeceğim: Üretim araçlarına sahip olanlar, düşünce üretim araçlarına da sahip olurlar.

Gerçekten de öyle değil mi? Ülke gündemine, neyi tartışıp neyi tartışmayacağımıza karar veren sahipler yok mu bugün. Bizim adımıza düşünen, bizim adımıza konuşan hatta bizim adımıza karar veren düşünce üreticileri yok mu? Bu kişilerin dudağında düdük yoksa ne var da her söyledikleri bu kadar çok tartışılıyor? Yarın belki yeni bir gündemimiz olur; çünkü bu ülkede tartışmaların biri bitmeden diğeri başlıyor. Üstelik bu tartışmaların kaç gün süreceğini tartışanlar dahi bilmiyor. Bir sabah bir düdük sesi ile uyanıyoruz, bakıyoruz ki dünkü tartışma konusu çoktan unutulmuş, onun yerine yepyeni bir tartışma konusu gelmiş.

Deli örneği ile başladık, oradan devam edelim. Bilirsiniz hatta günlük hayatta çokça kullanmışsınızdır. İçinden çıkılmaz hale gelen durumları anlatmak için kullandığımız bir atasözümüz var, 'Bir deli kuyuya bir taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış' diye... (Buradaki deli başhekim!)

Bizdeki gündem oluşumu da bu atasözümüzde olduğu gibi bir delinin (!) tutup kuyuya bir taş atmasına bakıyor ya da bir düdük sesine. Hopp hep birlikte kuyunun başındayız. Sonra kırk akıllı (!) çıkarmak için günlerce uğraşıyor. Çıkar çıkarabilirsen. Bizim akıllılar taşı kuyudan çıkarmak için çalışadursun. Taşı atan deli (!) elinde düdük, cebinde yeni taşlar ile ikinci taşı ne zaman, hangi kuyuya atacağını düşünmeye başlıyor... Kuyudaki son taş, Osmanlı Türkçesi dersinin Anadolu İmam Hatip liselerinde zorunlu ders olarak okutulması kararı.

Peki sizin gündeminizde ne var? Hemen her gün işlenen kadın cinayetleri, başta madenlerde olmak üzere işçi ölümleri ya da daha fazla kazanmak hırsı ile katledilen ağaçlarımız, yaşam alanlarımız...
Yoksa, kuyuya atılacak yeni taşı mı bekleyeceksiniz?