Genelkurmay Başkanımız Sn. Org. Hulusi Akar El Bab seferinin zaferle sonuçlanması üzerine Kilis'te kurban kesti. Ordumuzun değerli üç komutanı da kurban töreninde yerlerini aldılar. KKK Org. Salik Zeki Çolak, DKK Ora. Bülent Bostanoğlu, HKK Org. Abidin Ünal'ın hazır bulunduğu kurban töreninin en ilginç yönlerinden biri askerlik görevlerini kasap kadrosunda sürdürmekte olan mehmetçiklerimizin görev üniformaları ile ortaklaşa verdikleri görüntülerdi.

Aslında, bu El Bab macerasını galiba komşumuz Suriye'deki iç savaşa bulaşmamızla birlikte başladığını düşünmemiz en doğru bir değerlendirme olacaktır. Öyle değil mi? O halde; maceramızın başlangıç tarihini şöyle böyle 5-6 sene öncesine götürmek yeterlidir.



Ya öncesi mi? Onu, o zamanları hiç sormayın. Hatırlayınız; neydi o canciğer kuzu sarması benzeri aile içi bağlantılar. Bir yanda Sn. Emine Erdoğan bir yanda Esma Esad, vallahi inanın benim bu yakın ilişkiden gururlandığım daha doğrusu umutlandığım dönemler olmuştur. Bizimkiler olur da komşularımızın yaşantılarından etkilenip de bir değişim yaşarlar mı diyerek düşündüğümü itiraf ederim.

Sonra ne mi, neler mi oldu hiç sormayın? Nazar değmiş de sayabiliriz. O güzel günler geçti gitti. Beşar Esad oldu "Esed", geçti o Ege'deki güzelim görüntüler, aile yakınlaşmaları. Yerini neler mi aldı? Bir baktık ki Şam'da Emeviye Camisindeki Cuma namazı hayalleri gündemdeydi. Osmanlı'nın simgelerinden Ertuğrul Gazi'nin Caber Kalesi'ndeki mezarı benzetmeme kızmayın yangından mal kaçırır gibi alınıp ülkemize getirildi. Üstelik bu operasyon toplumumuza başarıymış gibi yansıtıldı. Hatırlayınız lütfen; o günlerin Başbakanı Ahmet Davutoğlu nasıl da bir başkomutan gibi kasılmaktaydı.  

O günlerin ardından uçaklarımız mı düşürülmedi, uçaklar mı düşürmedik? Vay gidenlere! Sınırlarımızın ardına roketler düştü, roketler düşerken 3,5 milyon Suriyeliyi artık tanımlamasını ben yapamayacağım misafir statüsünde mi, mülteci statüsünde mi yurdumuzda barındırmak durumunda kaldık. Giderler mi diye hiç hayal kurmayın, kimsecikler bu güzel ülkeyi bırakıp gitmez.

Evet, şimdi biraz açıklama. Bizim ülkemizde kendilerini kürt olarak tanımlayan vatandaşlarımız vardı. Onlar gerçek anlamda bu ülkenin vatandaşlarıydılar. Kimsenin, kimselerin onları dışlamak gibi bir düşüncesi yoktu. Yazdığım üzere onlar tıpkı bizler gibi  bu ülkenin has bireyleriydiler. Birbirimizle akrabaydık, birbirimizle askerlik arkadaşıydık, iş arkadaşı, iş ortağı olmuştuk.

Ya şimdi? İnanın düşündükçe insancıl duygularımı yitirmekten korkuyorum. Neylersiniz, bu kadar büyüklükteki bir yabancı nüfusu ülkemizde özümseyebilmek bize ne kazandıracaktır merak etmiyorum desem yalan söylerim.

Neyse; bu 3,5 milyonluk nüfus kitlesini konumuzun dışında tutalım. Zira; asıl amacım bu değildi, belki de istemeden bu konuya daldım.
Benim asıl amacım altı yıl önce başlayan iç savaşa, sonunda sınırımızdan 70 km. ötedeki El Bab'a yaptığımız askeri operasyondan biraz biraz bahsetmekti. Dediğim gibi bir yığın olaylar dizinden sonra askerimiz Suriye'ye girdi, 185 günlük çatışmalardan sonra El Bab feth edildi! Fırat Kalkanı adı verilen bu harekatta Anadolu'muzun nice yiğitlerini şehit verdik, kaç eve ateş düştü? Onu hiç sormayınız. Ne kadar da ilginçtir, askerimizin ele geçirdiği yerleri Türk Bayrağını asmaları hem adet hem haktır. Bu uygulama bütün ülkelerin savaşlarında yaşanmıştır. Ama, ben; ne yazık ki El Bab'da Türk Bayrağı göremedim.

***

Durun durun; başka bir konu daha var, hem de ciddi bir sorun. Neymiş; askerimiz Suriye'de El Bab'dan 180 km. ilerideki Rakka'ya gitsin mi, gitmersin mi? Kısacası operasyon sürsün mü, sürmesin mi? Emeviye Camiindeki namazdan haşa vazgeçtik, yazdığım gibi şimdi bu Rakka meselesini düşünmekteyiz.
Bakarsınız, kocaman devletler haydi yürüyün derler de yürümeye başlarız. Ya da bakarsınız bu kadarı yeter diyebilirler, ne yapalım biz de duruveririz. Doğrusu bu ya 70 km. ilerimizdeki El Bab için bu kadar yorulmuşsak 180 km. ilerisindeki Rakka için kim bilir başımıza neler gelecektir?

***

Öte yandan aklıma başka bir husus daha geldi. Bilirsiniz, hatırlayınız değerli devlet adamlarımız, değerli yöneticilerimiz Yüce Atatürk'e laf söyleyebilmek, onun yaptıklarını küçümseyebilmek için neler yapmazlar ki? Sakız yapıp ağızlarında gezdirdikleri en büyük suçlamalarından biri de şu İstiklal Savaşımızdan sonra niçin durmuşuz da, Lozan'da niçin hakkımızı tam olarak savunmamışız da Ege Adalarını Yunan'a bırakmışız?
Derler ki; tarih, olayları o günün şartlarına göre değerlendirilmesini bilmektir. Hadi gelin de bu güzel düşünce özünü günümüz yöneticilerine benimsetin, onları bu düşünce ortamına ortak ediniz. Ne dersiniz, olur mu, bu maya tutar mı?
Haydi bakalım; ellerinde İstiklal Savaşı günlerinden çok daha fazla şansları var. Haydi; Şam'dan vazgeçtim, hiç olmazsa  Rakka'ya gidelim.
Aman aman vazgeçtim. Enver Paşa'lıktan vazgeçip gerçeklere dönelim. Atalarımız boşa söylememişler; "Ne Şam'ın şekeri ne arabın yüzü". Sonuçta derim ki bizim ülkemiz bize yeter.
Esenlikle kalınız...
TÜRKÇE İÇİN NOT
Anbar değil AMBAR