Beyni som altından bir adam varmış. Dünyaya geldiği zaman başı o kadar ağır ve kafatası o kadar büyükmüş ki doktorlar 'bu çocuk yaşamaz' demişler. Ama yaşamış ve güneşte filizlenen güzel bir zeytin fidanı gibi yeşermiş, büyümüş.

Koca kafası hep ağır başarmış. Yürürken oraya buraya çarpması içler acısıymış, çok zaman da yuvarlanıp düşermiş. Bir gün yüksek bir merdiven sahanlığından yuvarlanmış, alnı bir mermer basamağa çarpınca, kafatası maden külçesi gibi çınlamış. Herkes öldü sanmış... Düştüğü yerden kaldırılınca, sarı saçlarının arasındaki yarasında donmuş bir iki damla altın görmüşler. Böylece çocuklarının altın beyinli olduğunu öğrenmiş ana ve baba.

Olay gizli tutulmuş. Çocuk bile bir şeyin farkında değilmiş. Diğer çocuklarla koşmasına, oynamasına bile  "hırsızlar çalarlar seni..." diye izin verilmezmiş. Çocuk da korkarak, tek başına oynar ve bir odadan öbür odaya koşar dururmuş.

Nihayet, on sekiz yaşına bastığı zaman, ana babası Tanrı'nın bu şaka gibi ihsanını çocuğa açıklamışlar. O güne kadar kendisini bakıp büyütmelerine karşılık da, altınından bir parçacık istemişler. Çocuk hiç itiraz etmemiş. Kafatasından bir parça som altın koparmış ve ceviz kadar büyük parçayı annesinin kucağına bırakmış. Sonra da başı içinde taşıdığı bu hazineden gözleri kamaşarak, gönlü istekle dolu baba evini terk etmiş.

Hazinesini harcamaya, ülke ülke dolaşmaya başlamış. Sultanlara yakışır bir biçimde yaşamış, altınını hesapsızca saçmış. Beynindeki hazine tükenmez gibiymiş, ama endişe etmeye başlamış...
Altın beyin tükendikçe, gözlerinin feri sönüyor, yanakları çöküyormuş. Nihayet bir gün, altın külçesinde açılan koca gedikten ürkmüş. Yeni bir yaşantıya başlamış. Herkesten uzaklaşmış, kendi emeğiyle yaşamaya başlamış. Hasis, korkak ve kuşkulu, baştan çıkarılmaktan uzak, artık hiç dokunmak istemediği hazinesini unutup, sakin bir yaşam sürdürmek düşüncesindeymiş.
Ne yazık ki sırrını bilen bir arkadaşı onun peşini bırakmamış. Bir gece, zavallı adam başında korkunç bir acıyla uyanmış ve arkadaşının paltosu altına bir şeyler saklayıp kaçtığını ay ışığında görmüş. O zaman, beyninden bir parça daha eksildiğini ve hazinesinin tükenmek üzere olduğunu anlamış.

Altın beyinli adam aşık olmuş. Bütün kalbiyle sevmiş güzel bir kadını. Kadın da bu sevgiye karşılık veriyormuş, ama süsü püsü, beyaz tüylü şapkaları, parlak derili ayakkabıları daha çok seviyormuş.
Yarı kuş, yarı bebek bu kadının sonsuz isteklerine hayır diyemiyor, son kalan altınlar da gidiyormuş. Her zerresini harcamış adamın beynindeki altının.
Genç kadın ölmüş beklenmedik bir zamanda. Cenazeye de altın harcamış adam. Mezarlıktan çıkarken, bu altın beyinden, bir kaç gram altın zerreciğinden başka bir şeycik kalmamış.
Sokaklarda, şaşkın, sarhoş gibi sendeleyerek dolaşıyormuş. Akşam olup da çarşılarda ışıklar yandığı zaman, içinde top top kumaş ve süslerin pırıl pırıl parladığı geniş bir vitrin önünde durmuş. Kuğu tüyleriyle, süslü mavi satenden bir çift kadın iskarpinini uzun uzun seyretmiş...

***

Fransız yazar Alphonse Daudet'nin (1840-1897) Le Figaro Gazetesi'nde yayınlanan kısa öykülerinden oluşan 'Değirmenimden Mektuplar' adlı kitabından ''Altın Beyinli Adam'ın Masalı''nın büyük bölümünü aktardım sizlere... Sonunu, sona bıraktım.

Bu öykü bu dünyadaki insanların pek çoğunun çektiği acıyı anlatıyor. Hep vermeye hazır insanların dramını. Manen tabii ki... Verenler azınlıkta, alanlar çoğunlukta. Dengesiz bir ruhsal dünya bu!..
Vermekten gocunmayan, sevgisini, şefkatini, ilgisini vermekten esirgemeyen insanlar tükenmez birer varlık gibi görülünce, ruhsal dalgalarla boğuşmak zorlaşıyor.
Tanrı insana öyle bir güç vermiş ki, aslında küçük, orta, hatta büyük dalgalarla bile baş edebilecek bir ruhsal atölyemiz var. Her gün onarım var bu atölyede. Kalp, beyin ve sinir sisteminden birçok işçi, çırak ve usta bu atölyede 24 saat çalışıyor. Biz uyuduğumuzda onlar uyumuyorlar.

O gün çekilen bir ezikliğin, hissedilen yalnızlığın, hak edilmeyen tarzın, tavrın onarımı için çalışıyorlar. Ama 24 saat çalışınca onlarda da yorgunluk baş gösteriyor.
Ruh atölyeleri de fazla mesai yapıyor yaşlandıkça. Gittikçe daha kırılgan, daha kötümser, daha küskün oluyor ekipler.

***

Altın beyinli adamı bir vitrinin önünde bir çift iskarpini seyrederken bırakmıştık...
Unutmuş eşinin öldüğünü... 'Bu iskarpinleri çok beğenecek birini tanıyorum' demiş kendi kendine. Satın almak için girmiş içeri. Dükkan sahibi, tezgah başında şaşkın ve acı acı kendisine bakan birini görünce korkuyla irkilmiş. Adam bir eliyle kuğu tüyleriyle süslü, mavi saten iskarpinleri tutuyor, diğer elinin parmakların ucundaki kanlı altın taneciklerini uzatıyormuş...
Bu öyküyü kendisinden neşeli öyküler dileyen bir hanımefendiye ithaf etmiş Alphonse Daudet ve şöyle demiş:
Mektubunuzu okurken madam, vicdan azabı duydum. Hikayelerimizin biraz acıklı, biraz kasvetli olmasından dolayı kendime kızdım. Bugün size neşeli, delice neşeli, bir hikaye sunmayı kendi kendime söz verdim... Ancak... Neşeli bir şeye hiç hevesim yok. İşte bunun için, hanımefendi, size göndermeyi tasarladığım güzel, şakacı hikaye yerine, bugün de elinize, ancak kasvetli bir masal geçecek, ''Altın Beyinli Adam'ın Masalı''... Peri masalına benzemesine rağmen, bu masal baştan sona gerçektir. Dünyada beyinleri sayesinde geçinen zavallı insanlar vardır. Bunlar, hayatın en önemsiz şeylerini özleri pahasına, hep zarif, saf altınla ödemeye mahkumdurlar. Bu onlar için günlük bir acıdır. Ve sonunda ıstırap çekmekten yoruldukları vakit de...
Belli ki, Alphonse Daudet'nin ruh atölyesi de, o gün isyan etmiştir. Rönesans'ın ünlü filozofu Desiderius Roteradamus Erasmus'a borçluyuz ruha ve akla ilgiyi. 1509 yılında 'Deliliğe Övgü' adlı eserinde akıllılıkla geçinenlerle alay eder. Hepimizin içindeki ruh atölyeleri, fazla mesai yaparken, bazen çaresiz kalır. İşte o zaman Erasmus'un esin verdiği ruh bilimcileri ve psikiyatri uzmanlarını kendi iç dünyamıza, ruh atölyelerimize davet ederiz.

***

Bu yazının daha uzun bir şeklini, Dr. Osman Seçkin'e ve Kasım 2000'de açılan eseri "Erasmus Ruh Sağlığı Atölyesi"ne ithaf etmiştim. Bu Pazar günü, yeniden düşünmeye değer, diye değerlendirdim.