Hürriyet'ten Mehmet Yılmaz dün 'Mutlu bir can çekişmesi içinde aşktan ölmek' başlıklı bir yazıyla Marquez'in 'Benim Hüzünlü Orospularım'dan söz edince dikkat kesildim. Biraz onu dinleyelim:

Dame Antonia Susan Duffy, adından da anlayabileceğiniz gibi kendisi bir kadın, kitaplarında A.S. Byatt ismini kullanan bir İngiliz yazar. İsminin önündeki 'Dame' unvanını, Kraliçe'den almış.

Yazarın 'Matisse Öyküleri' isimli öykü kitabındaki öykülerden biri 'Medusa'nın ayak bilekleri' ismini taşıyor. Bir kadın berberi olan Lucian, bir gün Charing Cross Road'da yürürken, bir dükkanda Matisse'in 'Pembe Çıplak' isimli tablosunun röprodüksiyonunu görüyor ve onu alıp kuaför salonuna asıyor.

Bu resim, Matisse'in soyutlama ve basitleştirmeye doğru çıktığı yolculukta, önemli bir dönüm noktasına denk geliyor. Resimdeki kadın, Matisse'in ilham perisi, ömür boyu bakıcısı ve asistanı Lydia Delectorskaya'dan başkası değil.
Matisse, bu resmiyle temel çizgileri abartarak, kadınlığın düz bir sembolünü oluşturmayı hedeflemiş.

Öyküyü okurken, merak ettim ve internette bu resmi buldum. Resimdeki kadının pembe tenine bakarken, bir gece önce Marquez'in 'en çok sevdiğimiz romanı' olduğu konusunda arkadaşlarla fikir birliğine vardığımız, 'Benim Hüzünlü Orospularım'daki fahişeye bakıyormuşum gibi hissettim.

Resme bakarken, kadının, romanı okurken kafamda yarattığım imge ile yüzde yüze varacak şekilde örtüştüğünü düşündüm.

'Büyük Gabo', bu romanında, 90. yaş gününde kendisi için özel bir kutlama planlayan, sıradan bir gazetecinin yaşamının son doğum gününde kendisiyle hesaplaşmasını anlatıyor.

Yaşamı boyunca gerçek aşkı hiç tatmamış, yaşamı boyunca parasını ödemediği hiçbir kadınla sevişmemiş, sadece genelevlerde geçirdiği saatler içinde kendisi olabilmiş bir yaşlı adam.

Romanın kahramanı olan bu çirkin ve yaşlı adam 90. yaş gününde kendisine özel bir armağan vermek ister. Eskiden tanıdığı bir genelev patronundan kendisine bir 'bakire' bulmasını ister.

Yaşlı adam her seferinde genç kızı uyurken seyretmek dışında bir şey yapmaz ve bu garip ilişkinin sonunda da o zamana kadar tatmadığı bir duyguyla tanışır: Aşk!

Ve yaşamının sonunu güzelleştirecek öğüdü de aynı genelev patronundan alır:
Aşık olarak sevişme zevkini denemeden ölmeye kalkma sakın!

Sonunda bizim yaşlı gazeteci, yaşamının ikinci yüzyılının şafağında (yoksa birinci yüzyılının günbatımında mı demeliydim?) ilk kez kendi gerçeğiyle yüzleşir:

Sonunda gerçek yaşam buydu işte, kalbim kurtulmuş, yüz yaşımdan sonra herhangi bir gün mutlu bir can çekişmesi içinde aşktan ölmeye mahkum olmuştu!

***
O ölmeden önce aşkı keşfetmek üzerinde dursun, ben ise yaşlılık sendromunun üzerinde durayım. Bu konuda orta yaş üst sınırından tepelere çıkarken, 'Dokuz kilitli kapı' başlığı ile yazdıklarımı tekrarlayayım. Şöyle demişim...

***

Bugün pazar, filozofluk günü... Gabriel Garcia Marquez (17 Nisan 2014'te öldü) okuyorum. Orta yaş krizini bitirmeden, yaşlılık korkusunu yaşamaya başlayanlara bire bir. Ama gençlerin de, anlayamadıkları fakat kendilerine ileride yarar sağlayacak düşünceleri bir tarafa not etmelerinde fayda var.

Şöyle diyor Marquez, Memories of My Melancholy Whores (Benim Hüzünlü Orospularımın Anıları) adlı kitabında:

Kırk iki yaşındayken bir gün, sırtımda soluk almamı zorlaştıran bir ağrıyla doktora gitmiştim. Adam bunu hiç önemsemedi. Sizin yaşınızda bu ağrı doğaldır, dedi. Öyleyse, dedim, doğal olmayan benim yaşım. Doktor merhamet yüklü bir ifadeyle gülümsedi. 'Görüyorum ki filozofsunuz' dedi.

Yaşımı, ilk kez yaşlılıkla ilintili düşünüyordum. Ama bunu unutmakta gecikmemiştim. Tanrının her günü bedenimde, yıllar geçtikçe yeri ve biçimi değişen, başka bir ağrıyla uyanmaya alışmıştım. Bu ağrı bazen ölümün pençesini andırıyor, ertesi gün uçup gidiyordu. O dönemde yaşlılığımın ilk belirtisinin, insanın babasına benzemeye başlaması olduğunu duymuştum.

İşin doğrusu, ilk değişiklikler o kadar ağır gerçekleşiyor ki, insan farkına bile varmıyor ve içinden kendisini her zaman olduğu gibi görüyor, oysa başkaları o değişiklikleri dışarıdan fark ediyorlar.

Yaşlı insanların önemli olmayan şeyler konusunda bellek kaybına uğramaları, oysa kendilerini gerçekten ilgilendiren şeyleri pek unutmamaları da, hayatın bir zaferi. Cicero (Marcus Tullius Cicero - Milattan Önce 104-43 - Romalı devlet adamı, avukat, bilgin, yazar ve unutulmaz hatip) bunu yazılarında bir çırpıda anlatıvermiştir:

Hazinesini nereye gizlediğini unutan yaşlı hiç yoktur!

***

Marquez'in görkemli iç dünyasını kitaplarından bilenler, bu kitapta da büyük ustanın yaşam zafer ve keyfinin izlerini görecekler.

Marquez, bir genelevde geçirdiği 91'inci yaş gününde aşkı keşfeden roman kahramanının ağzından şöyle diyordu:

Kalbim canlandı... Sapık olmadığımı anladım. 91 yaşında daha ne kadar çok sevebilecek, daha ne kadar çok şeyler yaşayabilecek bir insan olduğumu anladım. Hayatta kalabilecektim...

***
İşin yaşlılık tarafına gelince...

'Peki, çiçekler de ölecek mi?
Ya insanlar, onlar da mı ölecek?'

...diye soruyor, '3 yaşındaki bir çocuğun şiiri'nde, İrlandalı şair Brendan Kennely. Ve sorularını sürdürüyor:

Çiçekler de yaşlanır mı?
Yaşlanan şeyleri çöpe mi atıyorsunuz?
Yaşlı insanları da çöpe mi atıyorsunuz?'

Ama yaşa direnenler, Gürcü şair Şota Nişniadze ile cevap veriyor buna:

Giderek azalınca kaygıların,
Bir an gelir yaşlı olursun.
Yaşlılığa teslim olma sen yine de.
Kale ol fethedilemeyen!

Kale ol, diren hastalığa, vereme.
Dokuz canlı ol ve dokuz kilitli kapı.
Ağarmış saçlarını beyaz bayrak sanmasınlar,
Korkuyla kaleye çekilen...