23 yaşındaki Ernesto 'Che' Guevara Buenos Aires'te tıp öğrencisidir. 29 yaşındaki biyokimyager arkadaşı Alberto Granado ile Güney Amerika turuna çıkarlar. Che konakladığı her ülkeden annesine mektup atar, gördüklerini anlatır. Küba'da iken artık gezilerinin sonlarına gelmişlerdir; çünkü paraları tükenmiştir.

Che annesine kısa bir mektup yazar, paralarının bittiğini haber eder ve kısa süre içinde ilk gemi ile geri döneceğini bildirir. Fakat içi yanmaktadır Che'nin. Daha yapmak istedikleri bitmemiştir, hele ki Küba'da...
Ceplerindeki son para da bitmişken kendilerini sıkı bir futbol turnuvasının düzenlendiği bir alanda bulurlar. Oturup maç izlerken yanlarına bir çocuk yaklaşır ve iki adamlarının eksik olduğunu, eğer isterlerse bu turnuvada kendilerinin de takımlarında oynayabileceğini söyler.

Che ve Alberto'nun kalan tek şansları bu turnuva olduğundan tereddütsüz kabul ederler. Alberto iyi bir futbolcu, iyi bir golcüdür. Che ise kalecilikte ortanın üzerindedir!
Turnuvada Che ve Alberto'nun takımı önlerine geleni devirmeye başlar. Alberto, takımı tek başına taşımaktadır attığı gollerle. Che de kaleyi korumaktadır. Son dakikaya kadar gelirler.
Final maçı 7-7 devam etmektedir ve son dakikada hakem Che ve Alberto'nun takımının aleyhine penaltı verir. Kalede Che, 3-5 adım ötesinde penaltıyı kullanacak çocuk dikilmektedir. Che bu son dakika penaltısını kurtarır ve maçı uzatmaya götürür. Uzatmada Alberto maçı alır ve takımları şampiyon olur.

Para ödülünden paylarına düşeni alan Che ve Alberto artık Küba'da kalabileceklerdir. Che annesine bir mektup daha yazar: Anne gelişimizi erteledik, biraz daha Küba'da kalacağız, bizi merak etme.
(Ernesto 'Che' Guevera'nın Motosiklet Günlükleri adlı anı kitabından uyarlama bir öykü)

***

Dünya Kupa'sını seyrediyorum. Saat 19.00'da ekranın başına geçiyor ilk maçı seyrediyor, ara veriyor 21.00'deki maçı izliyorum. Gece yarısındaki maç benim için geç oluyor, pes ediyorum.
Zayıf takımı tutuyor, bazı oyuncu ve teknik direktörlerin kişisel sıkıntılarına da ortak oluyorum. Babacan teknik direktörü Vincente del Bosque'nin yönettiği İspanya'nın yenilmesinden ziyade onun yenilgideki üzüntüsüne kendimce ortak oluyorum. İspanya'nın pahalı, şımarık, paraya, üne doymuş futbolcularının alt edilmesini olumlu karşılıyorum.
İngiltere'deki 1964 Dünya Kupası'nı İzmir'de radyodan dinleyerek, oraya gitmiş gibi, maçları Yeni Asır'a haberleştiren biri olarak futbol bana sempatik. 1964'te Arjantinli 'dağların adamı' lakaplı Rattin'in dünyanın en zarif ve yetenekli futbolcusu Pele'yi indirip sakatlayışını hala cezasız kalmış bir suç gibi görüyorum... 1982'de İspanya'da oynanan Dünya Kupası'nda finalde Almanya ve İtalya'nın karşılıklı gollerinin, o zaman oturduğum Frankfurt sokaklarında sanki sokakta oynanıyormuş gibi yarattığı ses depremini ve itiş kakışı, İtalya'nın 3-1 kazanmasıyla, İtalyan garsonların, en aşağılık işleri yapan göçmenlerin sokağa dökülüp kutlamalarını gülümseyerek anımsıyorum... 

Futbolun ilginç ayrıntılarını okurum. Ünlü şarkıcı Julio İglesias'ın Real Madrid'in genç takımında kalecilik yaparken trafik kazası geçirdiğini ve futbolu bırakıp şarkıcılığa geçtiğini bilirim. 1980'lerde Londra'da Wimbledon futbol takımında, maçlarda sık sık rakiplerine kafa atıp oyundan atılan ünlü futbolcu Vinny Jones'un aynı kafaları şimdi Hollywood filmlerinde mafya tetikçisi rolünde atışını gülerek izlerim.
Bir zamanlar Galatasaray'da da oynayan Romen Popescu'nun 1980'lerde Romen Gizli Servisi Securitate'nin gizli ajanı olduğunu öğrenir, şaşırırım.
Ve bir de Göztepe başkanlık öykümüz var tabii ki...

***

Che Guevara'nın da dediği gibi 'Futbol basit bir oyun değildir, bir devrim silahıdır!' AKP iktidarının ve polisin futbol sahalarındaki sesleri, sloganları bastırmak için aldıkları tedbirler, Che'nin doğru söylediğinin kanıtıdır.

Futbolun, bir de, ya öyle olsaydı ya şöyle olsaydı keyfi var. Ya o şut gol olsaydı, ya bu oyuncu değil de diğeri oynasaydı.
Ve sorulur hep... Ya kaleci Ernesto 'Che' Guevara'ya atılan penaltı gol olsaydı?