Genç bir hemşire 117 numaralı odanın kapısına hızla yönelirken, elinden tuttuğu genç adamı, neredeyse sürükleyerek, koşturarak getiriyor ve bilgiler veriyordu. 'Sizi tanımayabilir. Duymayabilir. Görmeyebilir. Ama hissedecektir... Lütfen...'
Hemşire, 117'deki yaşlı kadının durumuna çok üzülüyordu günlerdir. Hiç kimse ziyaret etmemiş, hiç kimse arayıp sormamıştı onu. O ise günlerdir 'Oğlum, oğlum' diye inliyordu.
Ama hemşire nihayet bulmuştu ya onu. Genç adamın gözleri, yorgunluktan kızarık, sakalları en az iki günlük, durgun ve sessiz idi.
Hemşire en güleç yüzünü takınarak yataktaki yaşlı kadına yüksekçe bir sesle 'Müjde' dedi, 'Bak oğlun geldi.' Genç adam, karyolanın ucundan kadına bakıyordu. Hemşire bir kez daha tekrarladı, daha da yüksekçe bir sesle.
Yaşlı kadın gözlerini araladı. Oksijen çadırının plastik perdesinin içinden ilaçlarla ağırlaşmış, sislenmiş gözlerini araladı. Sanki karanlık bir sokakta, bir gölgeyi izliyor ve aradığı gölge ile özdeşleştirmeye çalışıyordu.
Hiçbir şey söyleyemedi, sadece elini kıpırdattı yaşlı kadın. Hemşire, genç adama yaklaşması için başıyla işaret etti.
Genç adam hemen yanına yaklaşıp, çadırın plastiğinin altından yaşlı kadının titreyen, sadece bir kemik yığını haline gelmiş elini tuttu ve sevgiyle sıktı hafifçe, incitmeden.
Hemşire ana ve oğlu nihayet buluşturduğu ve yaşlı kadına sahip çıkıldığı için mutlu, hemen bir sandalye çekti hastanın başucuna. Genç adam yavaşça ilişti.
Yaşlı kadının elini sımsıkı tutuyor, diğer eliyle de yanağını okşuyordu. Yaşlı kadının günlerdir çektiği ıstırap sanki kutlu bir kuşun sırtına yüklenmişti. İlk kez sakin ve huzurlu, iç çekip uykuya daldı.
Kısa sürelerle, nispeten rahat uyuyor, ama uyanır uyanmaz gözlerini aralayıp, endişe ile oğlunun karaltısını arıyor, yanağı okşanınca tekrar uykuya dalıyordu.
Genç adam sabaha kadar başından ayrılmadı. Elini tutuyor, kolunu yanağını okşuyor, tatlı sözler söylüyor, bir çocuk romanından duygulu sahneler gibi hoş anılar anlatıyordu. Daldığı anlarda ise dualarını fısıldıyordu...
İyice rahatlayan yaşlı kadın giderek daha derin bir uykuya geçiyor ve vücudu ağırlaşıyordu. O tehlikeli sınırın ölüm melodilerini söyleyen, elektronik gereçler coşmuştu artık. Sanki Wagner'den bir final çalıyorlar ve perde kapanmaya hazırlanıyordu. Perdenin arkasında ise genç adam bir saniye bile onu bırakmıyor, onu yaşam tarafına geçmesi için teşvik ediyor, perdenin kapanmaması ve yaşam gösterisinin bitmemesi için nice tatlı ödül vaatleriyle kandırmaya çalışıyordu.
Yine de yaşamın gösterisi bitti. Perde kapandı. Aletler hepsi melodilerini bitirip, utançla, tekdüze birer ruhsuz sinyale dönüştüler acil servisin yaşam kontrol monitörlerinde. Yaşlı kadının yaşamı kalp monitöründe önce bir kırmızı zeminde mavi bir çizgi, sonra da bir nokta oldu, bitti.
Genç adam elinde eriyip giden cana kenetlendiği kemikten eli açtı ve yatağın üzerine usulca bıraktı. Gözleri yaşlı ve üzgün, arkasında onu izleyen hemşireye baktı ve 'Kimdi' dedi, 'bu zavallı kadın? Neden hiç arayanı soranı olmadı?'

***

Siz annenizi bıraksanız da anneniz sizi bırakmaz. Siz uzakta da dursanız, anneniz size yakındır. Siz onu unutsanız, o sizi unutmaz. Siz hak etmeseniz de o affeder. Anneye 'Nasılsın anne?' bile yeter... Bugün yürekten sorsanız... 

***

(Anneler günü için seçtiğim yukarıdaki öykü Chicken Soup for the Soul (Ruh için tavuk çorbası) türünden bir öykü. 1993 yılında ABD'de Jack Canfield ve Mark Victor Hansen konuşma guruplarında kendilerine anlatılan duygulandırıcı, yüreklendirici, etkileyici, ders verici gerçek insan öykülerini toplamak için birleşmişler. Bunların en güzel 101 tanesini seçerek başlattıkları kitap serisi çılgınca büyüyünce şirketleşmişler. Piyasadaki kitap sayıları 250'yi aşmış ve 110 milyon okuyucuya ulaşmışlar.)