Hürriyet şehidimiz Mithat Paşa, 1822 yılında İstanbul'da doğdu. Özel eğitim alarak kendini yetiştirdi. Mithat Paşa almış olduğu sağlam eğitimin de etkisiyle devlet hizmetine çok küçük yaşta başlamasına karşın her alanda başarılı olmasını bildi. Öylesine ki; hizmete girişinin ilk yıllarında bile kendisine "Sorun Çözücü" lakabı takılmıştı. Ancak; ne kadar acıdır ki bu özelliği onun çevresinde bitmeyen bir kıskançlık, bir haset kıskacının oluşmasına neden olmuştur. Gittiği her yerde, çalıştığı her alanda başarılı olmuşsa da fesat yuvaları her zaman peşindedirler. Bu çalışkan olmanın, bu sorun çözücü olarak tanınmanın getirdiği başka sıkıntılar da görülmekteydi. Sorunlar çözüldükçe o sorunları yaratanların, o sorunlardan yararlananların düşmanlıkları giderek artıyordu. Çalıştığı her bölgede halkın güvenini kazandıkça, halkı güçlendirici reformlar yaptıkça egemen güçlerin ve sarayın tedirginlikleri artmaktaydı. Nitekim; Tuna ve Bağdat valiliklerinde yaptığı başarılı çalışmalar sürekli olarak engellenmek istenmiş başarılı olamayınca da iftira kampanyaları başlatılmıştır.

1858'de Ali Paşa tarafından Paris'e gönderildi. Bu seyahatinde Belçika, Londra ve Viyana'yı görebilme olanağını buldu. 1860'da Niş Valiliğine atandı. Yeniden düzenlenen idari yapılanma sonucu Tuna Valisi olarak görevini sürdürdü. Tuna Valiliği yaptığı sırada düşünüp uyguladığı "Menafi Sandıkları" adlı kurum,  günümüzün Ziraat Bankası'nın ve Tarım Kredi Kooperatiflerinin temelini oluşturmuştur.
1869'da İstanbul'da Danıştay Başkanlığı yaptı. Burada kısa süre görev yaptıktan sonra Mithat Paşayı Bağdat Valisi olarak görmekteyiz. Sonrasında İlk kez 1872'de 2 ay 19 gün sürecek sadrazamlık görevine getirildi. Ancak çevresinde dönen entrikalara aldanan padişah tarafından azledilerek Selanik Valiliğine atandı. Buradan 1874 yılında İstanbul'a döndü. Yaşamının bu döneminde devlette görev almadı. O sıralarda devlet; Sultan Abdülaziz'in aşırı israfa dayanan yaşantısı nedeniyle karışıklıklar içindeydi. Başta Mithat Paşa olmak üzere devrin ileri düşünceli aydınları devletin kurtuluşu için yeni bir yönetim şeklinin getirilmesi ya da padişahın halli için çalışmalar yapmaktaydılar. Padişahın meşruti yönetimi kabul etmeyeceği görüşü ağır bastığından meşru veliaht Murat Efendi ile temas kuruldu. Sonuçta Padişah tahttan indirilip yerine V. Murat getirildi. Ancak; onun bu görevi sadece 5 ay sürdü. Sağlık durumu giderek bozulan V. Murat'ın yerine II. Abdülhamit'in  Kanun-i Esasiyi kabul etmesi koşuluyla Padişah olmasına karar verildi. Bu konuda veliahtla yapılan ilişkilerin tamamı Mithat Paşa tarafından yürütüldü. Padişah adayı, Mithat Paşa'nın tüm koşullarını kabul etmekle beraber sonrasında daha belirgin görüleceği üzere ard niyetli davranışlarını sürdürdü ve anayasanın ilanını olabildiğince geciktirdi.

Ancak; Mithat Paşa düşüncelerinden taviz vermeyerek gayet ağır ve sert ifadeler taşıyan bir mektubu padişaha iletti.  Meşrutiyetin ilan edilmeden 4 gün önce Mithat Paşa ikinci kez sadrazamlığa atanmıştı. Bu görevi sırasında yeni anayasanın hükümlerini doğru ve etkin şekilde uygulayabilmek amacıyla var gücüyle çalışan Mithat Paşa ne yazık ki tüm kıskançlıkları üzerinde topladı. Her şeyi göze alarak 30 Ocak 1877 tarihli gayet sert ve ağır dille kaleme alınmış ünlü takririni yazarak padişaha iletti. Bakınız; Mithat Paşa II. Abdülhamit'in sadrazamı iken 30 Ocak 1877'de padişaha yazdığı mektuptan bir bölümü (Günümüz Türkçesiyle) birlikte okuyalım: "Her şeyden önce sizin hükümdarlık görevlerinizi bilmeniz gerekir. Çünkü millet önünde tüm davranışlarınızdan sorumlu olacaksınız. Benim size büyük bağlılığım vardır; ancak milletimin yararına uymayan en küçük konuda bile size boyun eğmem. Çünkü sorumluluğum ağırdır. Hem vicdanımdan korkarım, hem de vatanımın esenliğini ve mutluluğunu sağlamakla yükümlüyüm." Padişahın bütün girişimlerine karşın görüşme gerçekleşmiyordu. Padişah her zamanki gibi bir tuzak kurarak Paşanın saraya gelmesini sağladı sadaret mührü hileyle elinden alındı. Mithat Paşa için yurtdışına sürgün kararı verilmişti. Ancak halktan ve aydınlar cephesinden gelebilecek tepkilerden çekinildiği için sürgün gemisi bir gün süreyle hareket etmedi. Yeterli tepki oluşmayınca gemi hareket ederek yolcusunu İtalya'da Birindisi'ye ulaştırdı. Mithat Paşa'nın ikinci Avrupa macerası başlamıştı. O sırada sürmekte olan Rus Savaşı Osmanlı'ların ağır yenilgisiyle sonuçlandı. Bu arada II. Abdülhamit Meclisin çalışmalarını tatil etti. 1878 Ağustosunda  Mithat Paşa affedilerek Girit'te oturmasına izin verildi. Ardından Suriye'ye vali olarak atandı. Son derece yorgun, kırgın ve isteksiz olmasına karşın bu görevi de eksiksiz yerine getiriyordu. Suriye'de bağımsız devlet kurma girişiminde bulunduğu yönündeki ihbarlara bağlı kalınarak 1880'de görev yeri Aydın (İzmir) Valiliği olarak değiştirildi.

V e   S o n :

Unutulmamalıdır ki Sultan II. Abdülhamit'in kini bitmemişti. Bu kez Mithat Paşa'yı Abdülaziz'in intiharından sorumlu tutarak yargılatmayı gündeme getiriyordu. Tutuklanarak İstanbul'a getirildi. 1881'de Yıldız Sarayı'nda kurulan uydurma bir özel mahkemede düzmece şahitlerle, uydurma delillerle önce idama mahkum oldu. Cezası, padişah tarafından Arabistan'ın Taif kentinde kalebentliğe dönüştürüldü. 1884 yılında hücresinde boğularak öldürüldü. Ölüm nedeni, kamuoyuna şir-i pençe hastalığı olarak bildirildi.
Kemikleri, 1951 yılında Taif'ten alınarak İstanbul'da Hürriyet-i Ebediye Tepesindeki Anıt mezara nakledildi.

D a h a    s o n r a k i    s o n :

Şimdi bakınız; 1881 yılında tapeler mapeler yoktu. Islak imza diye bir kavram bilinmiyordu. Günümüzün teknik olanakları ile delil oluşturabilme olanağı da yoktu. Ama ne gam? II. Abdülhamit'in emriyle kurulan özel mahkemenin reisi Ali Sururi Efendi'ydi. Bu zat; Rusçuk Kadısı iken zararlı faaliyetlerinden ötürü Vali Mithat Paşa tarafından görevden alınmıştı. İkinci Başkan hukukla ilgisi olmayan Hristo Forides adlı bir kişi, diğer üye ise Hakban Efendi adında Rus yanlısı olduğu için yine  Paşamız tarafından Tuna Valiliği sırasında komiserlik görevinden alınan bir kişiydi. Ne kadar ilginç rastlantılar değil mi?  İdama karar veren işte bu mahkeme; Mithat Paşa'ya avukat tutma şansı bile tanımamıştı. Sonucu belli olan bir mahkemenin vereceği karar başka ne olabilirdi? 
Şimdi bu üst paragrafta anlattıklarım sizlere günümüzde yaşananlardan bir şeyler hatırlatmıyor mu? Ne kadar ilginç benzerlikler değil mi?
Esenlikle kalınız...