AKP'ye "AK parti" denmediğinde, başta zat-ı şahane olmak üzere tüm AKP'liler çok kızıyor. İlk olarak edepsizlikle suçlamaya başlıyorlar; etkileri, makamları arttıkça, gerekirse yumruk yumruğa geliyor AKP'liler, AKP'ye AKP diyenlerle... Ve bunlarda büyük bir tahammülsüzlük, sürekli bir şikayet... Problemlerini tanımlayacak olursak mağduriyet hastalığına bağlı gelişen, ileri derecede despotizm.
Bir düzey belirlemek istiyorum bu yazıya. Mesela Sayın Başbakan ya da en azından Başbakan yazsam... Olmuyor. Yazıyorum ama yakıştıramıyorum, siliyorum. Ağaca, insana, kadına geç hepsini çocuklara bile tahammülü olmayan; her şeyi, herkesi kendisinden olanlar ve olmayanlar diye ayıran, kalbinde bitmez tükenmez bir öfke bulunan birine başbakan demek doğru değil. Sürekli bir ötekileştirme, aşağılama! Ama nasıl oluyor da hala tek başlarına iktidar oluyor, kadar oy alıyor, seçim kazanıyor bu parti, şaşmamak mümkün değil, değil mi?

Bu işin sırrını Weber öğretiyor

Weber, Marx'ın ekonomi politiğine karşıt, alternatif teoriler geliştiren kişilerin en bilinenlerinden. Kendine ait, ayakları yere basan noktalardan geçerek çıkıyor sahneye. Ama  Weber'i Weber yapan en önemli 'özellik' Marx'ı okumuş olması. Başka bir ifadeyle Marx, Weber'i okumadan Marx oldu ama Weber, Marx'ı okumasaydı biraz zor Weber olurdu...
Weber'in haklı olduğu çokça yer var. Mesela diyor ki mealen: kardeşim, bir iki tane oldu diye tarihte, devrim mevrim bekleme. Onlar öyle her an, sürekli olacak şeyler değil. Çünkü sistem, statüler ve sınıflar arasında böldüğü/bölünmüş insanları, iktidar gücünün altına parti aygıtıyla topluyor modern zamanlarda ve bu aygıt sayesinde sahip olunan iktidar, yukarıdan aşağıya doğru, parti içindeki hiyerarşik dizilişe göre, paylaşılıyor. Böylece sistem, eğilip bükülse de uzun süre ayakta kalabiliyor.  Ercan Geçgin geçtiğimiz ay çıkan yeni kitabında Türkiye'deki durumu "AKP'nin Şirket Rejimi" olarak tanımlıyor... En tepedeki en büyük payı alırken iktidardan, parti çevresindeki sempatizanlar ve "oy vericiler" partinin sahip olduğu iktidar nimetlerinden en az yararlanıyor. O nimette günümüzde makarna ve kömürden başlıyor.
İşte AKP'nin 12 yıllık başarısının sırrı burada yatıyor. Korteje katılan herkes, katıldığı yere göre hakkını alıyor. Ne diyor Soner Yalçın "Kayıp Sicil"de: Tayyip Erdoğan vakti zamanında kendine küçük- büyük vefa gösteren herkese sahip çıktı...

Türkiye'de bu korteje katılmanın dili ise din. Tepeden tırnağa maddi bir dünyada, manevi bir retorik. Yani 'dince' konuşup 'dince' davrandığınız oranda giriyorsunuz bu ağın içine. Ancak bir şart var: Secdeye başınızı koymanız yetmiyor; iktidar partisiyle aynı secdeye baş koyduğunuz oranda açılıyor musluklar. Secde değişince, dil aynı kalsa da şiveler giriyor işin içine, eksik bağlanmalar yaşanıyor. Erdoğan'ın kendi partisinden olmayan başörtülüyü, dindar insanları sevmemesinin sebebi de bu: farklı secdelere baş koymak.
İşte bu nedenle cemaatlerin hepsi ve "dini örgütlenme" sandığımız her şey, aslında seküler bir yapılanma.

"Cukka davası" diye basitleştirmesek de olayı, sonuçta herkes akşam olup evine döndüğünde kendi Z raporunu alıp yudumluyor viskisini/ şerbetini. Gelir temelli, ekonomik, rasyonel bir yaklaşım insanlarınki. Kınanacak, küçümsenecek bir şey değil. Özetle kaç lira kazanıldığının, kaç lira kaybedildiğinin hesabına bağlı olarak değişiyor selamlar ve dualar.
Toplumun içinde bulunduğu bu rasyonel hareketi değiştirmenin yolu, maalesef "orantısız zeka" kullanımı ya da eski toplumun ahlak nutukları değil. Çünkü her rasyonel hareket, her madde, kendi düşüncesini belirliyor ve buna ahlak sistemler de dahil oluyor.

Örneğin hırsızlık. Kötü bir şey mi? Herkesin çaldığı bir yerde çalmamak, hayatta kalmak anlamına gelmez mi? Neyse bu farklı bir konu ama elbette erdemli olmak ayrıcalıklı bir şey...
Felsefenin temel alanlarından biri olan, ahlak felsefesinin en önemli konularından biri fazilet... Ama bu felsefi bilgi gerçekliğimizle uyuşmuyor: Toplumsal yapının nasıl değiştiğini görmek isteyenlere büyük bir fırsat sunuyor Aralık 2013'ten bugüne yaşananlar. Adam hırsız, rüşvet almış/ vermiş... Bırak içerde tutulmasını/ hapsedilmesini, dışarıda, canını sıkana dayak attırıyor içlerinden biri; başka birini işinden ettiriyor, diğeri.

Demek ki toplumsal yapı tümden değişmemiş. Hala faziletli/ erdemli insanlar var, itirazlar var çünkü... Bu çok güzel ama eski rejimin, eski ahlaklı insanlarının itirazı, ulaşılan sonucu değiştirmiyor. İtiraz var ama örgütlenme yok, örgütlenme varsa ama eylem yok... Hep bir şeyler eksik.
Bizim insan kaynaklarımız onurlu, ahlaklı, dürüst insanlarla dolu ama yolun karşısından yürümek istemiyor insanların çoğu, yürüdükleri taraf bataklık, sinekli, kokuşmuş... Bu tarafa geçmemelerinin esaslı bir nedeni olmalı.

'Dince' konuşan, gizli seküler bu çıkar gruplarını analiz etmekle kalmayıp o çıkar gruplarının hedef kitlesine yaklaşma, o grupları kapsamayan/içinden alternatif bir çıkar ağı örme/ geliştirme gerçekleşmediği sürece kalınacak yer muhalefet, alınacak etiket kronik muhalif: "CeHaPe Zihniyeti.."
Yeni ağlar kurulmalı en acilinden. Makarnacı demek kolay, o kişinin makarnadan başka bir şey yemesini sağlayacak bir ilişki kurmadığın ve o kişiyi dahil etmediğin sürece o ağa kazanamayacaksın, anla artık.
Türkiye'de insanları "Nasıl yardım bağımlısı, "işe yaramaz", hazırcı... onursuz, şuursuz yaparız?" diye oturulup masa başında toplum mühendisliği çalışılsaydı, bugünkü sistem kadar başarı olabilecek başka bir sistem bulunamazdı. Değiştirmeliyiz bunu. 20'ye yakın resmi yardım kalemi, dernekler vakıflar, tonlarca koli... Devasa bir ekonomi, bir de fitre, zekat, sadaka gibi kayıt altına alınamayan sıcak parayı ekle? Sence ne kadar büyük? İşte bu nedenle geleceği kurmak buradan geçiyor. İçeriden başlayabilir bir dönüşüm.

Çok iş var.

Yeni toplumu çözümlemeliyiz en acilinden. İnsanların büyük çoğunluğu karakterize yoksulluk içinde. Kimin gelip, kimin gittiğinin bir önemi yok bu büyük çoğunluk için. İnsanlık tarihinin tüm dönemlerinden daha yoğun bir yalnızlık içinde insanlar. Her yerde yardım kolileri ve insanlar, insanlar ve yardım kolileri görünüyor/ dolaşıyor ama değerler yok ortada. Değerlerin olmaması yalnızlaştırıyor insanı. Bu yalnızlık, daha derin çıkmazlara/ dehlizlere götürüyor insanı ve o çıkmazlarda bekliyor günümüz karanlığın yaratıcıları, av için.
Orada olmak lazım. Ama kuru lafla değil, seçim dönemleri başta olmak üzere belirli gün ve haftalarda değil, her gün, günde birkaç saat, haftada birkaç gün, ihtiyaç duydukları her an.
Bir baksanıza etrafınıza, Türkiye'de 100 binin üzerinde dernek var. Sivil bir toplum varmış gibi... Mesela İzmir'desin ya 5 bin 588 dernek şuncacık İzmir'de. Çağdaş ve özgür bir gelecek hayali kuran kişi olarak sen, bu derneklerin kaçında varsın? Peki Sakarya'da? Yozgat'ta?... Hakkari'de 200 tane dernek var. Sen kaçında varsın? Kaçında varız? Kaç vakıfta çalışıyoruz...?
Okutmadığın zaman bir çocuğu, bir çift ayakkabı almadığın zaman bayramda ona ama sadece bayramdan bayrama değil, karşılık beklemeden, birine dokunarak; bir aileye uzatmadığımız zaman elimizi, olmaz bu iş. Değiştiremeyiz sersemcesine içinde dolaştığımız bu saçma sapan karanlığı.

Yardım bağımlılığının devamından bahsetmiyorum. İnsanları onursuzlaştırmaktan bahsetmiyorum. Yardım kolilerini/ poşetlerini kapıya bırakıp "Alın lan" demekten bahsetmiyorum. İnsan olarak orada olmaktan bahsediyorum. Bir yara sarmaktan...

Yeni bir araç gerekli, daha önce denenmiş ve test edilmiş ve işe yarayan. Yeni bir parti de değil söylediğim. Weber'i aşacak şekilde önce 'sivil' bir toplum, sonra parti, sonra iktidar kısaca yeni bir bölüşüm ağı.

Duydun değil mi?
... Yahu tamam, evet biliyorum "bunlar Amerikan uşakları, din tacirleri...". Neyse, peki.