Artık saklanamayacak kadar su yüzüne çıktı, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'la Cumhurbaşkanı Abdullah Gül arasındaki görüş ayrılıkları.
Bu görüş ayrılıkları önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimiyle mi sınırlı yoksa çok daha derinlerde mi?
Ben hiçbir siyasi gelişmeye sığ bakmaktan yana değilim. Ya perdenin arkasına bakarım ya da işin derinine. Derinlerde, dipte ne var, hangi görmediğimiz dalga geliyor?

* * *

Geçen yıl yapılan 14 Haziran milletvekili seçimlerinde her parti yeni anayasa yapılması konusunda hemfikirdi. Yeni meclis yeni-yepyeni-tepeden tırnağa yeni bir anayasa yapacaktı ve bu nedenle halktan yeni anayasa için daha fazla söz hakkı kazanmak amacıyla oy kullanması istendi. Seçimler süresince güneydoğudaki şiddet ve terör olayları azaldı. Bu fırtına öncesi sessizlikti. Seçimler bitti ve kartlar yeniden karılmaya başlandı.

14 Haziran 2011'den beri her olayı, her tartışmayı, her şiddet ve terör olayını yeni anayasa yapım süreci ile ilişkilendirerek yorumlamakta fayda var.
Yeni anayasada herkes konum belirliyor, rol kapmaya çalışıyor. Yeni anayasa nasıl olacak? TBMM'de komisyon çalışıyor ama kimse ne olacağını bilmiyor!
Üniversiteler görüş bildiriyor, partiler görüş açıklıyor; hiçbirinde başkanlık sistemi ile ilgili bir ön çalışma yokken birden sayın Başbakan tarafından tepeden başkanlık sistemi gündeme getiriliyor. Eğer başkanlık sistemi veya yarı başkanlık sistemi Türkiye için gerekli ise bunun toplumsal ve bilimsel alt yapısı olması gerekmez miydi? Öyleyse üniversitelerin yeni anayasa çalışmalarında neden başkanlık sistemi ile ilgili görüş yoktu. Başbakan konuyu ortaya atınca arkadan takiple bir iki cılız görüş sarf edildi. Hala da başkanlık sistemi ciddi olarak tartışılmıyor. Yumurta kapıya gelince mi tartışılacak?

* * *

Başkanlık sisteminde yumurta kapıya geldi!
Cumhuriyetimiz'in ilan edilişinin 89'uncu yılı kutlamalarında yaşanan anti-demokratik uygulamalar başkanlık sistemi özlemlerini açığa çıkardı. Başbakan ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan Almanya seyahati öncesi havaalanında basının soruları karşısında Cumhurbaşkanı ile görüş ayrılıklarını da açığa vuran şu açıklamayı yaptı: "Sayın Cumhurbaşkanı, Sayın Valim'e böyle bir talimat verdi mi vermedi mi, bu konudan da haberim yok. Ben Cumhurbaşkanımız'ın böyle bir talimat vereceğine de inanmıyorum. Çünkü bu ülkeyi çift başlı bir yönetimle bugüne kadar getirmedik. Bundan sonra çift başlı bir yönetimle bu ülke bir yere varmaz. Eğer bu ülkede bir başkanlık sistemi arzu ediliyorsa ben bundan yanayım. Bir başkanlık sistemi gelir, o zaman bu adımları çok daha rahat atarız. O zaman böyle bir sıkıntı olmaz ama bunun dışında kimin ne yapacağı bellidir. Dolayısıyla bir Başbakan olarak benim görevim bellidir, Sayın Cumhurbaşkanımız'ın da görev alanı bellidir. Kimse de böyle bir gayretin içerisine girerek durumdan vazife çıkarmasın."
"Durumdan vazife çıkaran kim?" Sayın Cumhurbaşkanı mı?
Cumhurbaşkanı zaten devletin başı değil mi? İsterse bakanlar kuruluna başkanlık eder mi? Turgut Özal, cumhurbaşkanlığı sırasında hükümeti hem de Diyarbakır'da toplamadı mı? Kim ne dedi o zaman?

* * *

'Cumhuriyetimizi hiç olmazsa 100 yıl yaşatamayacak mıyız?' diye daha önceki yazılarımdan birinde sormuştum. İmparatorluğu 600 yıl yaşattıysak Cumhuriyeti de yaşatmak o kadar zor mu? Neden yaşatmayalım!
İki başlı sistem, iki başlı devlet, iki başlı Cumhuriyet bugünkü görünüm. İlk başta herkes iki başlılıktan yana olmayabilir. Ben sadece şu soruyu soruyorum: Ya iki başlılık denilen o Cumhurbaşkanımız'ın Ankara Valisi'ni Köşk'e çağırarak yumuşama öğüdü olmasaydı ne olurdu? Aklıma getirmek dahi istemiyorum.
İyi ki iki başlılık var!
Demek ki bize tek başlılık yakışmıyor. Demek ki bizde tek başlılık tek emre gidiyor. Tek başlılık önünde engel çıkmazsa faşizme de gider.
Bu konu daha çok tartışma gerektirir. Tartışmakta ve devam etmekte yarar var. İki başlı Cumhuriyette soru şu: Kim galip çıkar? Cumhurbaşkanı mı, başbakan mı?(Devamı var)