Geçtiğimiz günlerde 71. yaşını kutlayan ünlü şairimiz Ahmet Telli, bir yerde, 'Şimdi beni uçurumdan atsan, düşene kadar aklımdaki tek şey; sırtıma değen ellerin olurdu...' diyor. Bir izin izini sürüyor. Hiçbir şeyin geçip gitmediğini, biriktiğini anlatıyor. Şair de, şiir de hayattan azade değildir diyordu aslında.

Yılın son günlerini yaşıyorken, dönüp geriye baktım. Hayatımızın da bir yere gitmediğini, bir köşede biriktiğini fark ettim. Yapraklar serin rüzgârların yardımı ile dallarından kopup, sıcak toprağın koynunda yer buluyorlardı kendilerine. Pencere önlerindeki çiçekler, baharda taptaze bir renk ile uyanmak için kış uykusuna hazırlanıyordu.

Sonra günlük telaşlar üşüştü aklıma. Şairin gösterdiği izleri takip ettikçe şiirin ilk anlamından da uzaklaştım. Gerçeklerin buz gibi hissedildiği bir yerdeydim, şiirsel güzelliğin dışında saf olan gerçeği yüzümüze vuran sesler büyüdükçe büyüdü kulaklarımda.

Sabahın ilk ışıkları ile birlikte gözlerini ovuştura ovuştura yollara düşen işçilerle birlikte yürüdüm. Tıklım tıklım giden belediye otobüslerine bindim. Bizi yoksulluğa iten, açlıkla tokluk arasında yaşamaya mahkûm eden el yârin eli gibi sıcaklığını hatırlayacağımız bir el değildi. Buz gibiydi o el.

Senin, sizin yeriniz burası değil diyordu buz gibi ellerin sahibi. Durduğu yerin sesine benziyordu sesi. Alnımızı göğe çevirip baktıkça daha da büyüyen, mahkûm edildiğimiz ve bir türlü çıkamadığımız o uçurumun tepesinden bize bakıyor, yerimizden şikâyetçi olmamamızı öğütlüyordu. Hatta gözlerimizin içine bakarak 'Sizden fadakârlık bekliyoruz' diyordu.

Kalabalık ve ben, başımızı önümüze eğip susuyorduk çoğu zaman, susmaları ezber ediyor, en iyi biz susuyorduk. Fabrika çıkışında yorgun kalabalığa karışıyor, inşaatlarda teneke içinde yakılan ateşlerde ısıtıyorduk haram bilmez ellerimizi.
Sonra bir sıcaklık arıyorduk sırtımızda, yârin elleri gibi sıcak bir el... Genzimizi yakan kömür dumanı altında dönüyorduk yoksul evlerimize. Dudaklarımızda Gülten Akın'ın 'İtip beni balıma dadanan bu çağı sevmedim' diyen sıcak sesi...