Senarist ve yazar Zehra Çelenk'in son yazısı elime geçti.
Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlanan Zehra Çelenk, uzun sayılabilecek yazısının başlığını şöyle koymuş ' Yarın her şey çok güzel olacak mı?'
Yazılarda en önemli nokta, 'başlık'tır...
Benim dikkat ettiğim gibi ya ilginizi çeker okursunuz, ya da o sayfadan çeker gidersiniz.
Devamı da önemli ve günümüze uygun idi.
'Dün her şey çok güzel oldu.
Yarın olmaya devam edebilmesi ise yanı başımızdakinin sevinci ve ıstırabıyla gerçek bir bağ kurmayı öğrenebilmemize bağlı' diyerek devam ediyor.

***

Benim gibi meraklılarla okumaya devam edelim:
'Her cevapla tavşan deliğinden ucu görünmeyen bir sohbete sürükleneceğim bilgisiyle taksicilere doğruları söylemeyi bir süre önce bıraktım.
'Yazarım!'  deyince herkesin hayatı roman.
Senaristlik iyice çaresiz bir acı.
Çoğu insan, hayatının yarısını izleyerek geçirdiği filmlerin, dizilerin senaryolarını kolayca yazabileceğine içtenlikle inanıyor.
Bir-iki kez 'gazeteciyim' (yarı) yalanını denedim, dehşetli bir hata yaptığımı anlamam yüz metre sürdü.
Memleketim konusunda yalan söylemeyi ise hiç istemedim.
Dolayısıyla yüzlerce kez yaşandı şu diyalog:
TAKSİCİ- Ama hiç benzemiyorsunuz Diyarbakırlıya?
BEN- Tanıyor musunuz bütün Diyarbakırlıları?
TAKSİCİ- Eheh yok tabii de siz biraz açık tenlisiniz, bi de konuşma, hal-tavır falan...
BEN- ....
TAKSİCİ- Orada büyümediniz herhalde?
BEN- Yoo 17 yaşıma kadar orada yaşadım gayet de.
TAKSİCİ- Öyle mi... Yav kusura bakmayın ben hiç böyle şey etmem aslında, mühim olan insan olmak.'
Ben de bu 'insan olmak!' lafına takıldım...
Nedense son yıllarda, birbirimize 'Nerelisin?' diye soruyor, yanıttan hoşlanmadıksa bir süre sonra bu taksici gibi, 'Hepimiz insanız!' ya da 'İnsan olmak önemli!' gibi tuhaf laflar ediyoruz.
Benim yıllardır bildiğim ise, 'insanlık öldü mü?' sorusunun yanıtının hala kesin olarak bulunmaması...

***
 
Diyarbakır'da sakinlerinin çoğunu memur ailelerinin oluşturduğu, çok sevimli, tatlı bir mahallede oturuyorduk, Bağlar semtinde.
Dut, elma, asma ağacı olan kocaman bir bahçemiz (bana öyle geliyordu ya da o zaman) vardı.
9-10 yaşlarımdayken göç başladı ve mahallenin çehresi önemli ölçüde değişti, biz de Yenişehir semtine taşındık.
Çok değil birkaç yıl sonra gittiğimde sokaklarında çamur birikintilerinin yüzdüğü, birbirine bitişik apartmanlardan gözün gözü görmediği eski sokağımı bulamamıştım.
İnsanın çocukluk sokağını bulamaması bir mini travma, ilkece yerinde duruyorken üstelik.
Bu tanıyamadığım karanlık yerde yeni insanlar yaşıyordu.
Yeni havalı semtimizdeyse çok tatlı olmakla beraber yer yer pembe şeker yozluğunda, Twitter trolü nihilistliğinde bazı arkadaşlarım vardı. Öğretmenimle de yıldızımız nedense bir türlü barışmamıştı ki nadirdir. 'Çalıkuşu'nda şu geçiyor...' diyordum, 'o senin yaşına uygun bir kitap değil,' diye hop oturtuyordu yerime. (Ben de ona bayılmamıştım laf aramızda çünkü 'Çalıkuşu'nu okuduğuna emin olamıyordum bir türlü.)

***

Katiyen varlıklı değildik ama varlıklılık bizim için mühim bir kategori değildi. Evin küçük çocuğu olmanın da ufak katkısıyla, bir şeyin yoksunluğunu hatırlamıyorum çocukluğumda. İhtiyaç duyduğumuz şeyler farklıydı herhalde.
Sahip olmayı en çok istediğim şey kitaplardı ki evde yeterince kitap olduğu halde mahalle kitapçısına babamın izniyle on yaşında veresiye hesap da açtırmıştım.
Rahmetli babacığım suistimali biraz abarttığım bu veresiye işine ses de çıkaramıyordu, 'neyse aldığın kitap olsun bari'diye.
Babam Türkçeye çok önem veren bir öğretmendi.
Mahallede de, evde kendi aramızdayken de hiç Kürtçe konuşulmazdı ama gelen gidenle konuştuğuna rastlıyordum arada bir.
Her haltı bilen zihnim bu konuda ikiyle ikiyi toplamaya hiç gönüllü değildi. Kürt'ü 'köyle bağını koparmamış' biçiminde kodlamıştım.

***

GÜNÜN HABERİ

İşte gerçek!

Bu seçimlerin en güzel yanı, gerçeğin er geç ortaya çıkma huyunu ne kadar özlediğimizi fark ettirmesi oldu.
Sonucu tahmin etsek de bir 'ne yapar eder çevirirler!' duygusu gelmiş oturmuştu çoğumuzun böğrüne.
Umudumuz temkinliydi.
Haksızlık, liyakatsizlik, irrasyonellik kural halini aldığında hayal kırıklığı riskini azaltmak için kalın bir tentenin altına gizlenmeyi öğreniyor umut.
Dün kutlamalar için Kadıköy'e gittim.
Sıkışık trafikte yandaki araçtan Karadeniz türküleri duyuluyordu, başörtülü bir genç kadın camdan Türk bayrağı sallandırırken İmamoğlu sloganları atıyordu.
Kırk dakika sonra aynı çifte rıhtımdaki kutlamalarda Kürtçe bir türküye halayla eşlik ederken rastladım.
Seküleri, dindarı, Türkü, Kürdü, Lazı bir şeye karşı birleşti; göz göre göre haksızlığa, bitmek bilmez gerçeklik istismarına. Gezi mucizesi tekrarlandı. O ruh, o tanımlanamaz, zaptedilemez, birleştirici, toplamımızdan fazla olan 'şey' geri döndü.

Çekilir gibi değil...

Oğuz Matoğlu ise şöyle diyor:
'Kendi oğlum adına konuşabilirim sadece ancak yüz binlerce otizmli birey var aynı durumda; otizmli bireyin hastanelerde tahlil yaptırması, muayene olması neredeyse imkansız gibi.
Otizmliler için her şehirde mutlaka en az bir tane, eğitimli personeli ve uygun çevre şartları ile diş ve göz poliklinikleri dahil ayrı hastane olmalı. Bu kalabalığın arasında, büyük binalarda oradan oraya koşturma ile normal insan bile kriz geçirme durumuna geliyor, ağır engelli bir otizmliyi düşünemiyorum bile.
Bir de insanlara otizmi anlatma var... Gerçekten hayatımız çekilir gibi değil...'