Çocukken yaz geceleri dam üstünde yatardık; yıldızlar arkadaşımdı; her birine özel  adlar vermiştim; onlara hayran hayran bakarken uyuyakalırdım. O zaman yıldızların kocaman birer ateş topu olduklarını bilmiyordum; onlar minik birer ışıklı bilyeydiler;  her biri bir kişinin bahtını, kaderini simgelerdi; her kayan yıldız da bir kişinin ölümüne işaretti. İnsanın metafiziğe, idealizme bağlılığı sanırım bu ilk "göz ağrısı" ndan dolayıdır. Dinler, rüyalar, düşler, masallar yani gerçek ötesi ne varsa gerçeğe yeğlenmiştir hep.
Katı gerçek nedense yaşantımıza bir türlü nüfuz edememiştir; cinler,periler, devler, olağanüstü kahramanlar düş dünyamızın vaz geçilmezleri olarak kalmıştır. İdealizm, insanı teslim alan, kımıldatmayan, korkutarak egemenliğini sürdüren bir felsefe olarak gücünü yitirmeden, eksiltmeden günümüze dek süregelmiştir. Başlangıçtan günümüze düşünce sistemleri, hep idealistlerin tekelinde oluşmuştur;
Aristo, Sokrat, August Comte, Kant, Descartes. Schopenhauer... insanı gerçek doğayla değil, döğaüstü varlıklarla tanımlamaya çalışmışlardır. Bilimsel gerçekçilerin ne kadar acı çektiklerini bilirsiniz; Galile'yi, Charles Darwin'i düşünün...
Hegel, Friedrich Engels, Marks gibi Diyalektik Materyalizm'i (Eğtişimsel Özdekçilik) Savunan ve bir Sovyet sisteminin kurulmasını sağlayan ünlü filizoflar da dünyamızdan gelip geçmişlerdir; ama idealizm ve onun tanrısal komedyası kapitalizm sarsılmaz egemenliğini sürdürmektedir. Hangimiz metafiziğin tutsağı değiliz ki, çocukken teslim alınmamış mıyız; bir kurtarıcı beklemiyor muyuz; bir üst akla, bir aklı evvele bağlanmamış mıyız...? Şiirlere bakıyorum hep düşsel, gerçek ötesi, imgesel, bağımlı, hatta komünalken bile idealist dünya özentili. Bir şiirde "Kalk diyor, Doğu'ya dön, Batı'nın ikiyüzlülüğünden..." Oysa Batı her şeye rağmen insan haklarının, uygar yaşamın merkezidir; hangi Doğu'ya dönelim, Doğu'nun zaten ortasındayız ve perişanlığımız ortada.