Hayatımda çaresizlik beni üç kez ağlattı. İlki 1981 yılında, eşim EÜTF beyin cerrahisi tarafından Şikago Northwestern Üniversitesi'ne gönderilmiş, bilim ve yenilikleri öğrenip insanlarımıza hizmet etsin diye. Aşırı burun kanamaları nedeniyle önce kan kanseri teşhisi konmuş, iki ay sonra derin anemi olduğu anlaşılmış, bu arada bağışıklık sistemi çökmüş, iki taraflı ağır bir kabakulak geçiriyor. Bu arada ense sertliği ortaya çıkmış, Ege Üniversitesi çocuk hastalıkları doktorları, Behçet Uz Çocuk Hastanesi doktorları etrafımızda kenetlenmişler ama ateş hep 40-41. Kaptım büyük dayımız Dr. Selahattin Tekand'a götürdüm, belinden su alındı, tahlil sonucu bekleniyor. Oğlum Bilge buzlar içinde yatıyor, ertesi gün neticeyi alacağız. O gece eşim Amerika'dan aradı. Çocukları rüyasında gördüğünü, her şeyin yolunda olup olmadığını sordu. Tam dertlerimi dökülecekken, devam etti "Bana şans dile, yarın üzerinde bir yıldır çalıştığım araştırma ile Northwestern'in en iyi bilimsel çalışma ödülü için yarışmaya giriyorum". Ağzımı kapadım, başarılar diledim, çünkü ertesi gün yanımızda olması mümkün değildi, bir yıllık emeği ve sorumlulukları ne olacaktı? Telefonu kapadım, ağladım, ağladım... Ertesi gün oğlumun yalancı menenjit olduğu, düzeleceği anlaşıldı. Akşamına eşim Northwestern Üniversitesi birincilik ödülünü kazandığını müjdeledi.

***

İkincisi, sabah güle oynaya şakalaştığımız babamın, torunlarını okula bıraktıktan sonra, işinin başında kalp krizi ile aniden kaybı. Hayatımda ilk defa bu kadar yakın, bu kadar sevdiğim bir varlığın yokluğuna inanılmaz bir çaresizlikle ağladım. Kabulleninceye kadar...

***

Üçüncüsü bu pazar günü Urla, Yağcılarda gökyüzünü kaplayan kara dumanları görüp, çatıya çıktığımızda gördüğüm orman yangını ama bu bir bardağın bir damla ile taşmasına vesile oldu. Son on yıldır verdiğimiz şehitler, öldürülen kadınlar, tecavüze uğrayan çocuklar, çöken ekonomi, o gün yıldönümü olan 17 Ağustos depreminin anıları... Bu gün başımıza gelebilecek her türlü felakete o günler den çok daha açık, maddi manevi çaresizliğimizin üzerine, 25 yıldır yaşadığımız yerin doğa harikası ormanlarının, kıyı şeridine yakın bölgesinde başlayan yangın, ardından Bornova, Karabağlar, Gaziemir, Seferihisar'dan yükselen kara dumanlar. İzmir'in dağlarında çiçekler açmıyor, ciğerleri cayır cayır yanıyor. Bir şey yapamamanın çaresizliği de bizim ciğerlerimizi... 2-3 kilometre ötemizde Demircili köyünde ormanlar ve içindeki canlılar yanıyor. Okumak, TV de izlemek değil yaşamak lazım bu çaresizliği, ben de taştım, bu çaresizlikle yine hüngür hüngür ağladım.

***

Okuduklarımla çaresizliğim kat be kat artıyor. Son iki günde Türkiye'nin batısında 23 yangın, tesadüf müdür, ihmal midir, terör müdür? Bu yangınlar ülkemiz için bir ulusal güvenlik meselesi haline geldi. Daha önce imara açılmayacak denen yangın alanları imara açılmıştı, yoksa bu yangınlar da bir imar faaliyeti midir? 36 yıldır Avrupa'nın en büyük yangın söndürme uçak filosuna sahip 2000 yangın söndürmüş Türk Hava Kurumu  (THK) neden devrede değil, yangın söndürme ihalesi neden özel bir şirkete daha fazla paraya verildi? İhaleyi alan şirketin yangına müdahale sırasında, uçuş başına saatlik ücret aldığı ve yıllık olarak şirkete yangın çıksa da çıkmasa da bir garanti ödeme verileceği doğru mudur? Helikopterlerin pervanelerinin yangını azdırdığı, o nedenle yüksekten su bıraktıkları ve etkisiz kaldıkları, THK nun yangın uçaklarının 12 saniyede 6 ton suyu deniz veya göletlerden yükleyebildikleri, bir uçağın 6 helikoptere bedel olduğu doğru mudur? Bu sorulara doğru yanıtlar verildiğinde o kadar çaresiz olmadığımız ama çarenin aranmadığı anlaşılmıyor mu? Biliyorum çare asla tükenmez, yeter ki biri birimizle kenetlenelim, doğruların yanında olalım, yangınları söndürelim, kötülükleri püskürtelim. Çaresiz değil, çare biz olalım...