Bizim ülkemizdeki gündem zenginliğinden, her haber film kareleri gibi hızla akıp gidiyor. Covid19 ve ekonomik sorunlarla can derdine düşen insanlarımız olan biten hiçbir şeyi aklında tutmuyor. Öncesinde tutuyor muydu derseniz, Erik Maria Remark’ın romanı gibi “Garp cephesinde yeni bir şey yok” diyebilirim, eğitimde 77 ülke arasında 70. nci sıraya düşmüş bir ülkenin ferdi olarak.

*

Benim bugünkü yazımın konusu aslında “Kadın”. İçimizden, bir yeryüzü sahnesinden, uzaklardan, Sudan’dan. Türkiye nere, Sudan nere diyebilirsiniz. Kadının kaderi hangi coğrafya olursa olsun günümüz dünyasında pek değişmiyor, özellikle de 3. Dünya ve geri kalmış ülkeler kategorisinde. Sözünü ettiğim Sudan’ı özetle bir tanıyalım. Osmanlı imparatorluğundan bu yana iki ülke arasında önceye ait tarihsel bağlar var. Arap ülkeleri ile karşılaştırıldığında az da olsa bir Osmanlı mirasını paylaşmakta. Mısır hidivi Kavalalı Mehmet Ali paşanın aracılıyla XIX. Yüzyıl başlarında  Sudan fethedildi. Bu dönem tanzimat reformlarının bir parçası olarak Sudan’da kölelik kaldırıldı, ekonomisi gelişmeye başladı.  Ancak Osmanlıların dini ortodoksluğa karşı kayırmacılığı nedeniyle Sudanlıların direnişi ile karşılandı. Birinci dünya savaşının patlak vermesiyle Büyük Britanya işgal ettiği Sudan ve Mısır’ı ayırdı. 56 yıl bir İngiliz sömürgesi olarak yönetilen 400 ün üstünde etnik ve dini yapı içeren Sudanda 1989 yılında bir darbeyle iktidarı ele geçirip devlet başkanı olan, şeriat kurallarıyla devleti yöneten Ömer El-Beşir 30 yılın ardından ordu tarafından geçenlerde görevden alındı. İnsan hakları ihlalleri ve baskı rejimi ile gündemde olan El-Beşir 2003 deki Darfur iç savaşı sırasında üçyüzbin kişinin ölümünden sorumlu tutulduğu için Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından “savaş suçu” nedeniyle hakkında yakalama kararı çıkartıldı. 2011 yılında Güney Sudan’ın bağımsızlığını ilan etmesiyle iktidarını kaybetmedi ancak onu deviren ekmek fiyatlarının üç katına çıktığı ekonomik kriz oldu.

*

İki yıl önce baskı ve ekonomik sıkıntılar artınca, bir kadın, Alaa Salah meydanlara çıktı. 24 yaşında, sesi bütün dünyaya ulaşmakta. Trajediyi haykırıyor: “Hem evinizden hem ailenizden olup, savaş şartlarıyla yaşayıp, Bosna’da olduğu gibi hem tecavüze uğrayıp hem de öldürülüyorsanız, üstüne üstlük tüm bunların normalleşmesine kalkışılıp, görülmüyorsa…” diyerek görünür oldu, lider oldu. Ama tüm bu olanlar hızlı bir filmdi aklımızda. Şimdi Sudan “din ve devlet işlerini ayırarak” şeriat düzeninden “laik” yönetim sistemine geçti. Bizim yıllardır kazanımımız olan “kadının insan hakları”nı almak için yola çıkacaklar.  

*

Afrika’nın ortasında bir ülke kadın haklarında ileri giderken, bizler sahibi olup kullanılmayan kazanımlarımız için laiklikten tavizler koparılarak, hacı, hoca, cinciler artıp, tarikatlar çoğalırken, kadın haklarının en büyük garantisi olan “İstanbul Sözleşmesi”ni tartışmaya açıyoruz, hatta ev sahipliğini yapıp imza koyduğumuz bu sözleşmeden ayrılmayı konuşuyoruz. Bir İsveç özdeyişi olduğu söylenir “Çaresiz kalırsan, Atatürk gibi düşün”. Atatürk 1925 yılında şöyle diyor: “… yüzyılların eskittiği köhne zihniyetlerle, geçmişe kölecesine bağlılıkla varlığımızı devam ettiremeyiz”. Bağnaz düşüncelerle kadın cinayetlerinin arttığı, adeta sıradanlaştığı ülkemizde İstanbul sözleşmesinin uygulanmayıp, aradan cımbızla bir şeyler seçilip kötülenmeye çalışıldığını görmezden gelmek, bir çeşit bakar körlüktür. İstanbul sözleşmesi için yeterince bilginin aktarılmadığını düşünüyorum. Sıkça değiştirilen gündem içerisinde hızlı çekimden, yavaş çekim türüne geçip, olanları değerlendirelim. Sudan’ın biz olmaya çalıştığı çağda, biz Sudanlaşmayalım.